MÜBADELE DESTANI -I- -yollara düştüler- Bir gece, apansız Evlerini, bahçelerini arkalarında bırakarak Ümit yaprağına sararak sevdalarını düştüler yollara… Hasret fırınında pişmiş bir parça ekmek, Sevda pınarından bir parça su vardı azık torbalarında Bir gece, apansız Soylu bir sükutu kuşanarak, Çeşmelerini, kuzularını, o yılın hasadından arta kalan ürünlerini Babalarının, analarının kabirlerini bırakarak arkalarında düştüler yollara…. En güzel esvapları, urbaları, kadife gelinlikleri, Yeşil ölümlükleri vardı azık torbalarında…. Bir gece, apansız Bütün yıldızları avuçlarına sığdırarak göklerinin Ayı ve güneşi berrak sularda yıkayarak düştüler yollara… Henüz açmamış bir gül içinde gözyaşları, Yazılmamış bir defterde türküleri vardı azık torbalarında…. Bir gece, apansız Nasıl ve nerde biteceğini bilmedikleri, Kiminle ve kimsiz biteceğini bilmedikleri, Nedenlerini ve niçinlerini bilmedikleri bir yolculuk için düştüler yollara… Biraz ümit vardı, çokça sabır vardı, çokça eziyete tahammül vardı azık torbalarında….
-II-
-geldiler ve yaşadılar- Geldiler, Günlerce süren zor bir yolculuktu yaşadıkları Geldiler, Benizleri solgundu, Düşleri yorgundu, Umutları vurgundu, Gönülleri bir nebze dargındı zamana…Geldiler, Denizin tuzunda bıraktılar sevda türkülerini. Geldiler, Denizin tuzundaydı, Yürekleri durmuş bedenleri sevdiklerinin… “Amman bre moreto” dediler, Elmas bir bakış çiziyordu yüreklerini Yürekleri yangın yeriydi; “Amman bre mora” dediler…. O yüzden bir daha hiç deniz görmek istemediler…. Geldiler, Rüzgârda üşüyen gül gibi, Dağı dağa bağlayan yol gibi, Erken baharlarda savrulan kül gibi, Gövdeden kopan dal gibi, Suyu çekilmiş göl gibi, Su almış bir kayık, ipleri çözülmüş sal gibi, Güneşi kaybolmuş çöl gibiydiler…. Irmaklarının adlarını unuttular ilkin, Sonra derelerinin, pınarlarının adlarını Sonra dağlarının, köylerinin adlarını unuttular… Gustulüp’ü, Bizova’yı, Kusturni’yi, Prodron’u, Parpişten’i, Gabrişten’i, Sırayişten’i unuttular … Sonra Vodina’yı unuttular… Bir Selânik kaldı unutmadıkları, unutamadıkları…. Beyaz kalesiyle Selânik… Bir deniz, bir liman, ve bir gemi… Karantina, tasfiye emirleri… Bir de yollarda perişan halleri…
Ayşeleri “aşşe”ydi onların Hafizeleri hafız…. Ümmühanları imyandı… Hasanları asan, Hüseyinleri üsin’di… Alibey’leri alibegaydı… Yanmış ormanlardan fırlayan geyikler kadar ürkektiler Gözleri bağlı dövüşecek kadar güçlü ve yiğittiler Ateşe, güneşe, Varlığa ve yokluğa meydan okuyacak kadar gözüpektiler… Bıkmadan usanmadan yıllarca; Karaağaç’ın sulak toprağına, Kirişhane’nin kumsalına, Kıyık’ın bağlığına, Dörtkaya’sına, Yıldırımın Topyolu’na, Filderesi’ne, Dafina’sına Yıllarca bıkmadan, usanmadan Sabır ektiler, çile ektiler… Çocuklarının gönüllerine; edep ektiler, Saygı ektiler, sevgi ektiler, dostluk ektiler… Onlar aslında ne sadece muhacir, ne mübadil, Ne sadece Karacaovalı, ne Doyranlı, ne sadece Kayalarlı’ydılar; Onlar topyekün yanmış bir gönül, Sevgi harmanında dövülmüş bir yürektiler…
Sevgilerini, sevdikleri insana bir kere yüksek sesle söyleyemeden Yıkık ve eski evlerin loş odalarında Terkedilmiş bağlarda, yıkılmış bahçelerde, Kuş uçmaz kervan geçmez yerlerde yaşadılar… Meriç’in soğuk sularına , Tunca’nın davetsiz taşkınlarına yakalanarak yaşadılar… Aslında yaşamadılar; Geldiğinin ertesi sabahında Karaağaç istasyonunda Gemide felç inmiş annesini kaybeden Bir insan nasıl yaşarsa o kadar, Gemide ölen kızını denize bırakmış Bir insan nasıl yaşarsa o kadar, Kardeşlerini, annesini, babasını Bir daha hiç göremeyen ve bir haber dahi alamayan Bir insan nasıl yaşarsa o kadar, yaşadılar…. Bir gece apansız geri dönecek gibi yaşadılar…. Nilüfer çiçeği gibi yaşadılar, Hayatın üzerinde ama köksüz Babalarının, annelerinin, dedelerinin çok uzaktaydı kabirleri Bedevi bir karanlık düştü şarkılarının üstüne….
Dağlarını özlediler Kaymakçalan’ın Camilerini özlediler “Yavayra” larını özlediler yani ulu büyük çınarlarını…. Şelâlelerini özlediler Vodina’nın Komşu köy düğünlerine giderken Ayaklarını ıslatan derelerini özlediler Ayrılırken arkalarından feryâd eden çeşmelerini özlediler Yan yana yaşadıkları Rumları, Ulahları özlediler…. Koyunlarını, tarlalarını, bağlarını, evlerini özlediler…. Şarkılarını türkülerini, pesnalarını özlediler…. Kırılan bir sırça gibi parçalandı düşleri Hatıraların solgun sayfalarına sığındı en sonunda özlemleri….
Bu yüzden; “Selanik içinde selam okunur Selamın sedası cana dokunur Gelin olanlara kına yakılır” derken ağladılar. Bu yüzen; “Vurun davullar çaydan aşağı” derken ağladılar… Bu yüzden; “Dayler dayler viran dayler Yüzüm güler kalbim ağlar” derken ağladılar… Bu yüzden; Birbirlerine “civan alişimi gördün mü” diye sordular…. Bu yüzden; “Söyle bana göçmen kızı annen var mıdır” derken ağladılar…. Bu yüzden; “ Arda boylarını ben kendim gezdim” derken ağladılar… Bu yüzden; Hep “çıkayım gideyim şu urumeline, Arzuhal vereyim Mehmet beylerbeyine Kimleri sarayım yar senin yerine” derken, Çıkayım gideyim bir uçtan uca, Göstereyim sana Mehmet ayrılık nice, Kurbanlar keseyim döndüğün gece” derken hep gizli gizli ağladılar…. Bu yüzden; “Bülbülüm altın kafeste öter aheste aheste” derken ağladılar.. Bu yüzden; Ata yadigârı olarak, Hüznü sakladılar çeyizlerinde; Çerçevesiz bir resim gibi….
-III- - ve gittiler- Türkülerini suya değdirdiler Yıldızları yeniden koydular gökyüzüne birer birer Ayları hep dolunaydı… Vardar ovasıydı gönülleri Tutkuları Tuna’ydı…. Sevgileri ok, hasretleri yaydı… Yürekleri hep saf, hep temiz, hep arıydı…. Hiç açmadan; Gül, karanfil ve hatmi çiçeği buhurlarıyla kapattıkları sandıklarını, Kadife elbiselerini bir kere olsun giymeden, Arkalarında, Göz nuruyla yaptıkları Oyalarını, nakışlarını, kanaviçelerini, Hasretlerini, düşlerini, Seferat bir şarkıya benzeyen özlemlerini “Bir gün geriye dönme” hayallerini bırakarak gittiler….
Soylu bir sükutla gelmişlerdi, On dört numara gaz lambasının isine karıştırarak hüzünlerini Sevgilerini harman yerlerinde unutarak mor ikindilerde Yine soylu bir sükutla Arkalarında; Nergis kokusunu, Gülü, gece sefasını, aslanağzını, Karanfili, fesleğen kokusunu, Hatmi çiçeğini, İğde kokusunu Ve sardunya kokusunu bırakarak gittiler….