“Çoğunlukla devlet tarafından desteklenen yatırımlar sonucu meydana gelen, birden fazla konuttan oluşan yapılaşmaya toplu konut denilmektedir. Bir alanın toplu konut alanı sayılabilmesi için ise 400 ve üzeri sayıda konut bulunması gerekmektedir.”
Yukarıdaki paragrafı okurken size ne kadar basit ve alışılagelmiş bir bilgi gibi geldi değil mi? Bunu zaten hepimiz ya biliyorduk ya da sorulduğunda buna benzer cevaplar verebilirdik. Çünkü bu tip yapılaşmalar ülkemizin her bir yanında bolca mevcut. Hatta büyük şehirlerin vazgeçilmezi. Bunun nedeni geçen yazımızda da bahsedildiği üzere kırsaldan büyük şehirlere aşırı göç, nüfusun hızlı artması gibi sebeplerden kaynaklı barınma ihtiyacıdır. Bunların üzerine bir de büyük depremlerde yıkılan veya yıkılma riski olan eski binaların yenilenmesi de eklenince işin boyutu iyice büyüyor.
Yine önceki yazımızda anlatmaya çalıştığımız göçler ve akabinde meydana gelen çarpık kentleşmeye bir önlem olarak toplu konut yapımı gayet mantıklı ve pratik bir çözüm şeklidir. Devlet desteği veya teşviği ile yapılan bu büyük inşaatlarda arsa maliyetleri çok düşük ya da maliyetsiz olmakta, bazı durumlarda vergi indirimleri ya da muafiyetleri sağlanmaktadır. Ayrıca inşaat işlerini yapacak olan firma aynı anda çok yüksek sayılarda konut üreteceği için birim maliyetleri oldukça avantajlı rakamlara inebilmektedir. Devlet açısından da depreme dayanıklı konutlar ürettirmek yani vatandaşının can güvenliğini sağlamak ve bunun uygun fiyatlarla insanlara sunulmasını sağlatmak en önemli avantaj olarak öne çıkmaktadır. Tamamını bizzat resmi kurumların yaptığı toplu konutlarda da bu avantajlar yine geçerlidir.
Buraya kadar her şey ne kadar güzel görünüyor değil mi? Vatandaş ucuza ev sahibi oldu, müteahhit para kazandı, ciddi miktarda istihdam sağlandı, şehirler yenilendi, depreme karşı riskli yapılar ortadan kaldırıldı vs. Peki ya madalyonun diğer yüzü? Bir ya da iki katlı evlerde yaşayan insanlar bir anda 100 daireli bir apartmana taşındığında sizce neler yaşadı? Ya da mahallesinde en fazla 10 daireli bir binada yaşayan aile birdenbire 3.000 dairenin bulunduğu bir toplu konut alanında (ya da sitede) yaşamaya başlayınca hiç zorlanmadı mı? 3-5 katlı bir binadan 40-50 katlı bir binaya taşınmak bu insanlara zor gelmedi mi? Elbette zor geldi. Bütün bunlara bir de kültürel uyuşmazlıklar eklenince durum daha da zor bir hal aldı. Her ne kadar insanımız diğer milletlerin birçoğuna göre daha fazla hoş görülü olsa da aynı binada Trabzon, Adana, Van, Edirne, Kastamonu vs. gibi illerden olan insanlar bir arada ve çok sayıda olunca ister istemez sorunlar çıkmaya başladı. Sorun çıkmasa bile insanlar komşularını tanımaz hale geldiler. Komşu komşunun külüne muhtaçtır anlayışından yıllardır üst katında oturan komşusunu hala tanımayan bir yaşam modeline geçişe maalesef hepimiz şahit olmaktayız.
İşte buraya kadar anlatmaya çalıştığım fiziksel ve sosyal sorunların gayet tabi farkında olan yöneticiler de artık yüksek katlı ve kalabalık yerleşim alanlarından ziyade yatay mimari fikrinin ön plana çıkması için gayret gösteriyorlar. Şimdiye kadar neden yatay mimari akla gelmedi de insanlar kütle görünümlü evlerde oturmaya mecbur bırakıldı sorusu akla geliyor değil mi? Bu soruya herkes faklı cevaplar verebilir ancak bu durumun sebebinin birtakım zorunluluklardan kaynaklandığı göz ardı edemeyiz. Gelişmekte olan ve 100. Yılını henüz tamamlamış ülkemizin durumu göz önüne alındığında toplu yapılaşmadan başka çok fazla alternatifin olmadığı malumdur. Yetişmiş teknik personel eksikliği, ekonomik olumsuzluklar, şehir planlamalarında yapılan hatalar ve hepsinden önemlisi neredeyse tamamı deprem kuşağında bulunan ülkemiz için hızlı bir dönüşüm elzemdir. Bu nedenle her ne kadar olumsuzlukları da olsa toplu konutlar fayda-zarar kıstasında faydalarıyla ön plana çıkmıştır. İkinci yüzyılının başlarında, birtakım sorunlarını geride bırakabilmiş olan ülkemizde, hala ciddi anlamda dönüşüme ihtiyaç duyan şehirlerimiz için toplu konut harici alternatifler gündeme alınmış, daha doğrusu gündeme alınabilmiştir.